Ümit Burnundan Ekvatora

2019 yılının ağustos ayında bir Türk bir Laz bir de Tanzanyalı, bir ay kadar sürecek heyecanlı, sıra dışı ama bir o kadar da tehlikeli bir seyahate çıkmaya karar vermişler. Merhaba, sizlere Ümit Burnunda başlayıp, Ekvator çizgisine son bulan yolculuğumuzdan bahsetmek istiyorum.

Yolculuk fikri, Capetown ’da iken tanıştığımız Tanzanyalı arkadaşım Cemal’in bizi kendi memleketine davet etmesiyle ortaya çıktı. Ben ve arkadaşım Bakihan, Güney Afrika’da İngilizce eğitimi gören iki genç, Cemal ise bir elinde Kuran bir elinde İncil ve bildiği 5 dil ile Afrika’yı dolaşıp İslam’ı anlatan bir garip. 3 Ağustos’ta Capetown ‘dan ayrılırken ilk amacımız, Tanzanya’nın Dodoma şehrindeki Cemalin köyüne ulaşmaktı. Yaklaşık 5000 kilometrelik bir rota ve iki haftadan uzun süreceği kesin olan bir yolculuk bizi bekliyordu. Kısıtlı bütçemiz ve alışık olmadığımız fiziki koşullarıyla Afrika’nın bizi zorlayacağını biliyorduk. Ancak yerel dillere ve coğrafyaya hâkim Cemalin yanımızda oluşu bizi rahatlatıyordu. Planlarımıza göre yol boyunca uğrayacağımız ülkeler Güney Afrika, Botsvana, Zambiya ve Tanzanya. Afrika gezisinin güzel yanı ise vizeyle uğraşmamak. Zira Botsvana için Türk vatandaşlarına vize gerekmezken, Zambiya ve Tanzanya için kapıda 50 dolar ödeyerek kolaylıkla vize alabiliyorsunuz.

Yola, Capetown’ dan Johannesburg’ a yaptığımız 17 saatlik bir otobüs yolculuğu ile başlıyoruz. Afrika’da bir yerden bir yere gitmek için en ideal ulaşım aracı otobüs. Zira uçak kullanımı yaygın olmadığı için çok pahalı. Bununla birlikte her yere gün içinde otobüs bulmak mümkün. Ancak belirtmeliyim ki Afrika’da otobüs kullanacaksanız yan yana üç kişiyle oturmayı, Türkiye’de nostaljik kabul edilen eski bir otobüsün içerisinde tıngır mıngır giderken burnunuza erişen yağlı yemek kokularını, hiç durmadan çalan yerel Afrika şarkılarını ve onlara eşlik eden tombul teyzelerin kahkahası da eksik olmayan ve bir türlü bitmek bilmeyen konuşmalarını göze almalısınız. Johannesburg’ a varır varmaz 2 gün sonraki Botsvana otobüsüne biletlerimizi kestiriyor ve şehri gezmeye koyuluyoruz. İki günlük konaklama için şehirde Somalili sığınmacıların yaşadığı mahallede bulunan bir pansiyonu seçiyoruz. Zira geceliği 15 liradan çok ucuz bir yerdi. Eğer siz de bizimki gibi kısıtlı bir bütçeyle yola çıktıysanız ve temizlikten yana sıkıntınız yoksa, Afrika’ da yapacağınız herhangi bir yolculukta kalacak yer için sığınmacıların yaşadığı mahallelerde bulunan pansiyonları tercih edebilirsiniz. Kendimizi Somali’de hissettiğimiz iki günlük konaklamanın son gecesinde içimizi burkan ve tüm planları altüst eden bir haber aldık. Şöyle ki bizi Botsvana’ da misafir edecek Moses isimli arkadaşımız bir gece öncesinde vefat etmiş. Hevesleri kursakta bırakan ölüm cümlesinin gerçek manasını o anda anladım sanırım. Tüm umutları bağladığı­mız Moses gitmişti ancak bir yandan da yola devam etmek gerekiyordu. Böylece bizi Johannesburg’dan Bostvana’nın başkenti Gaboroni’ye götürecek otobüsüne bindik. Otobüse binerken hami­le olduğunu anladığımız siyahi bir ablaya yardım etmiştik. Tevafuk üzere içerde de yanımızdaki koltuğa oturdu. İyilik üzerine gelişen samimiyet ile muhabbet etmeye başladık ve o an hayatımın en garip anlarından birisi yaşandı. Mysie abla, bize üvey babasının aslen Kıbrıslı bir Türk olduğunu söyledi. Bize bir kapıyı açıp, diğerini sonuna kadar arala­yan Rabbim, yanımıza 35 yıldır Botsvana’da yaşayan ve bir Kıbrıs Türkü olan Erdoğan amcanın kızını oturtmuştu. Biz şaşkınlıktan gülerken, Mysie abla çoktan Erdoğan amcayı aramış ve bizden bahsetmişti. Erdoğan amca ise yıllar son­ra Botsvana’daki büyükelçilik görevlileri haricinde bir Türk görmenin heyecanıyla bizi otogarda karşıladı ve iki gün mi­safir etti. Tek kuruş para harcatmadan arabasıyla bizi her yere götürdü ve gezdirdi.

Yolculuğun altıncı gününde Botsvana’dan ayrılıp Zambiya sınırına ulaşmak üzere tekrardan otobüse bindik. 18 saat­lik gece yolculuğunun ardından Viktorya Şelalelerinin bu­lunduğu, Zambiya’nın sınır kasabası Living Stone’a ulaştık, sınır kapısında 50 dolar ödeyerek Zambiya vizesini iki saat içerisinde almıştık. Buraya kadar gelip de Viktorya Şelale­lerini görmemek olmaz diyerek milli parka doğru yöneldik. Ancak siyahilerin 1 dolar gibi küçük bir rakam ödeyerek girdiği milli parka giriş için, beyazlar 20 dolar ödemek zo­rundaydı. Ben ve Bakihan akıl almaz uygulamadan kaynak­lı ve bütçemizi fazlaca aşan bu parayı ödememek adına ne yapacağımızı düşünürken, Cemal ise Hristiyan olduklarını anladığı mili park görevlisi polislerle çoktan münazaraya başlamıştı. Münazara; yolculuk boyu hep olduğu gibi Cemal’in uğruna hayatını adadığı İslam ve Hristiyanlığın kar­şılaştırılması ile ilgiliydi. İyi olan ise münazaralar sonunda karşıda ki insanlar İslam’ı kabul etmese bile Cemal’in güzel üslubu sayesinde onunla arkadaş oluyorlardı. Cemalin po­lisler ile girdiği münazara sonucu da bize yaramış ve Vik­torya Şelalesine onların misafiri olarak girmiştik. Dolayısıyla paramız da cebimizde kalmıştı.

Zambiya, Müslümanların azınlıkta yaşadığı ve ahlaki yoz­laşmanın yüksek olduğu bir ülke. Bundan dolayı helal ye­mek bulmakta çok zorluk çekiliyor. Biz de bu durumdan na­siplendik. Şöyle ki Botsvana’dan otobüse bindiğimizden beri çantamızda sakladığımız bisküvi ve sulardan başka bir şey yiyememiş böylece yemek yemeden ve uyumadan 20 saat geçirmiştik. Bu halde Living Stone sokaklarında yürürken bir cami arıyorduk ve kavurucu sıcakta ancak bir saatlik bir yürüyüşün ardından kasabanın kırsal bir bölgesinde topraktan yapılmış bir mescit bulduk. Mescidin imamı çok sıcak bir karşılamayla bize ikramda bulundu ve dinlenme­mizi sağladı.

Beyaz tenli bir Müslüman olarak Afrika’da kırsal bölgedey­seniz etrafınız hemen, çocuklarla doluyor. Birçoğu daha önce beyaz bir Müslüman bile görmemiş. Size dokunmak sizinle oynamak istiyorlar. Bu çocukları kucağınıza alıp onlarla şakalaşmak ve fotoğraf çektirmek belki de dünya­nın en dokunaklı işlerinden birisi. İmam, o gece bizi misa­fir etmek istese de yola koyulmak için hazırlanıyoruz. Kara Kıta’da iken gece konaklamalarında mescitleri de tercih edebilirsiniz. Zira gittiğimiz her yerde mescitlerin imam­ları bizi misafir etmek için talepte bulundular. Beyaz tenli olmanız ve Türkiye’den gelmeniz Afrika’nın en kırsal bölge­lerinde bile ilgi odağı haline gelmenizi sağlıyor.

Living Stone kasabasında geçen bir günün ardından gece minibüs ile Zambiya’nın başkenti Lusaka’ ya geçtik. Kuşluk vaktine yakın bir zamanda ulaştığımızdan olsa gerek otogar pek bir tenhaydı. Ancak otogara indiğimiz andan itibaren tüm gözler biraz da tehlikeli bakışlarla bize doğru bakıyor­du. Herkes gözleriyle bizi süzüyor ve herhalde o saatte iki beyaz tenlinin otogarda ne işi olduğunu kavramaya ça­lışıyordu. Tehlikeli bir durumun oluşacağını sezmiştik. Ne var ki çok geçmeden iki defa kapkaç girişimine uğradık. Ya­nımızda Cemal olmasaydı sanırım otogardan tek parça çık­mamız mümkün olmayacaktı. Uğradığımız talihsizlikler­den sonra derin bir korkuya kapıldık ve daha Lusaka’yı hiç göremeden ilk otobüse biletleri aldık. Ardından Tanzanya sınırına doğru yola çıktık. Zambiya’nın başkenti Lusaka’dan Tanzanya’nın sınır şehri Tunduma’ya yaptığımız 15 saatlik bu yolculuk, sanırım hayatımda şimdiye dek yaptığım en güzel otobüs yolculuğuydu. Yol boyunca Zambiya’nın kurak bölgelerinden ve ilkel tarzda hayatların devam ettiği köyle­rinden geçmiştik. Batı’da Afrika denilince akla gelen kabile yaşantısını, topraktan yapılmış yuvarlak evleri, kuyudan su çeken çocukları ve kafasında taşıdığı leğen ile uçsuz bucak­sız bir arazide yürüyen kadınları görmüştük. Adeta bir bel­gesel filmi çekiminde gibi hissetmiştik kendimizi.

Gece saat 2’de Tanzanya sınırına ulaştık. Yola çıkışımızın 11. gününde Tanzanyadaydık ve artık memleketimizde gibi hissediyorduk. Artık tek yapmamız gereken, Cemal’in köyüne gitmekti.

Tanzanya-Morogoro/ Konakladığımız köy
(Tanzanya-Morogoro/ Konakladığımız köy)

Tanzanya, nüfus açısından yarısı Müslüman olan bir ülke ve halkı Türkleri çok seviyor. Ayrıca Tanzanya dünyanın en meşhur safari parklarından Serengeti ve Mikumi’ye ev sahipliği yapıyor. Tanzanya’nın sınır şehri Tunduma’dan otobüsle Mbeya kentine, oradan bir tır ile Morogoro şehrine geçtik. Tam o yol güzergahında Mikumi Milli Parkı bulunuyordu. Bizde buraya kadar gelmişken safari yapmadan dönmek olmaz diyerek fırsatları kollamaya başladık ancak safari ücretinin kişi başı 350 Dolar olduğunu öğrenince bir hayal kırıklığı yaşadık. Bütçemizi aşan bu durumun verdiği burukluk ile otoyol üzerinde bulunan bir mescide öğle namazını kılmak üzere girdik. Orada bizimle birlikte abdest alan bir amcayla tanışmıştık. Muhabbet koyulaşırken amcaya safarinin pahalılığından dem vurmuştuk ki o amca bize tanker şoförü olduğunu, güzergâhının milli park içerisinden geçtiğini ve eğer kabul edersek bize kendi tırı ile bir safari yaptırabileceğini söyledi. Ben o an tebessümle karışık gülmeye başladım çünkü en olmaz yerde tevafuklar üst üste bizi buluyordu. Tır ile yaptığımız iki saatlik safari yolculuğu unutamadığım bir yolculuk anısı olarak kaldı bende.

Başkent Dodoma’ya ulaşmak adına Tanzanya şehirleri arasında geçirdiğimiz 3 günün ardından ve yola çıkışımızın 14. Günümüzde Dodoma’ya ulaştık, hiç vakit kaybetmeden bir minibüse atlayıp, Cemal’in ailesinin yaşadığı kasaba olan Changombe’ye gittik. Biz de o ana kadar bilmiyorduk ki; Cemal ailesine sürpriz yapmak adına geleceğini hiç haber vermemiş ve haliyle bizden de hiç bahsetmemiş. Gece saat ikide Cemal’in evine ulaştığımızda bizi kapının önünde gören Cemal’in ailesinin yüz ifadesini ve şaşkınlıklarını hiç unutamıyorum. Ben ve Bakihan Cemal’in evinde ailesiyle birlikte unutulmaz bir hafta geçirdikten sonra Darüsselam’a oradan Zanzibar’a ve en sonunda da yolculuğa çıkışımızın 28. gününde Türkiye’ye döndük. 28 günlük bu yolculuk için her şey dahil kişi başı 500 Dolar harcamıştık. Avrupa veya Balkanlar rotalarına nazaran Afrika’da seyahat etmek bizim için bambaşka bir tecrübe olmuştu. Arkadaşım Cemal İslam’ı anlatmak üzere hala farklı ülkeleri ve coğrafyaları geziyor ve eminim daha nice insanla yol anıları biriktiriyordur.

Yola çıkmanız tavsiyesiyle.

Abdulsamet Türkoğlu

Tanzanya’nın Changombe köyünde çocuklar ile.