Gariplerin Kitabı – Hep Yarım Kalacak Hikâye

‘Eğer hakikati arıyorsanız, hayatınız asla eskisi gibi olmayacaktır.’

Abdulkadir es-Sufi

Her insan hayatının bir döneminde bir sırrın peşine düşer. Bu sır ne peşin hükümlüdür ne de fazlasıyla açık seçik. Ne bir rengi vardır ne bir kokusu. Ne zamana yayılmıştır ne bir mekân edinmiştir kendine. Ama peşine takılanlar her renktendir, her dilden, her gönülden, her düşünceden… Kimi duraklar, anlam veremez, hiçlikte kaybolur, nefs en büyük arkadaşı olur. Kimi de iz sürer, dikkat kesilir, bazen eşyalar en büyük düşmanı olur, bilir ki suretler kadim değildir, manaya aslını veren başka bir mana vardır. Düşünür, arar, sorar bazen kendine takılır, en büyük düşmanı nefsi olur, bilir ki ne akıl ne gönül bâki değildir. Gezer, buldum zanneder, dolaşır etrafında bir hayalin, benzetir hakiki manaya orayı. Tanıdık simalara rastlar, inanır, yer edinir, değer görür değer verir, bazen nimetler en büyük düşmanı olur, tamah eder, bilir ki bura dünyadır, sadece bir yanılsamadır. İşte o zaman anlar ki hakikatin sırrı kendindedir. İdrakin mahiyetine artık ulaşsa da bir katre değeri kalmış mıdır?

İşte bir kendini arayış yolculuğudur “Gariplerin Kitabı” da. Tüm alışkanlıkların, yaşanmışlıkların, duyuşların, sezişlerin ötesine, bilgi merkezi (kütüphane) dedikleri yerden dünyanın çöllerine açılan bir kapıdan geçip o hiç görmediği defterin peşine, hiç tanımadığı kütüphane görevlisinin bir anda çekip gidişi gibi arkasında bir pişmanlık bırakmadan aramaya koyulmanın hikâyesi. Neyi, nasıl aradığını bile bilmeden bir dehlizin içine sürüklenmenin, o herkesin künhüne vakıf olmadığı şeyin izini sürmenin korkunç hazzını yaşayarak yeni bir hikâyeye başlamanın saadetine talip olan bir kütüphane görevlisinin hikâyesi. Her insan hayatının bir döneminde bir sırrın peşine düşer veya bir sır vardır kendisini hayatında büyük değişikliklere sevk eden. Bu sırrı bulan var mıdır bilinmez ancak bu yolda çile çekenlerin, topuk çürütenlerin, dudak çatlatanların hikâyesini biliriz. Bunlardan biri de oturduğu masanın karşısında bir anda gözlerden uzaklaşan kütüphane görevlisinin görevini devraldığı günden beri dikkatini üstünde toplayan yuvarlak Yantra’nın[1] arkasında yazan şu sözlerin sahibi Bistamlı Bayazıd’dır: “Bu bilgiyi arayarak elde edemezsin ne var ki onu bulanlar yalnız aramış olanlardır.”

Bir özlem ruhunu sarıp sarmalamıştı besbelli. Peki, neyin özlemiydi bu? Canının çektiği ne bir kişi ne de bir şeydi. Tanımlanacak hiçbir biçimi, adını koyabileceği hiçbir sıfatı yoktu ama o olmadıkça noksan da bırakıyordu.[2] Bu bilgi miydi onu bu hale sokan yoksa bulma hissiyatı mı? Rahatsızdı bu halden ancak bu, aramaya nereden başlayacağından emin olamadığı için mi yoksa derin bir kuyudan kovayla su çeken bir kırsallının iştahını kaçıracak bir tereddütün bulunmasında mı? Tek çare vardı: Aramak. Hiçbir şey düşünmeden sadece onu aramak olmalıydı muhakkak. Bir yerden başlamak lazımdı ki bu yeni bir hal icat etmek değil bir iz sürmek olmalıydı. O yüzden şöyle bir son ile başlar ve biter hikâye…

Bir uzun sessizlikten sonra Si Hamud elini kolumun üstüne koydu ve konuştu: “Kıyametin nasıl kopacağına dair bir hikâye anlatılır. Dünyanın muazzam kalabalığı gırtlağına kadar cehalete, şiddete ve cinnete gömülmüştür. Kocaman milyonluk şehirlerden birinde iki halsiz ihtiyar kadın unutulmuş canlı cenazeye dönmüş görünüşleriyle bir köşeye büzülmüş ve bu bitip tükenmek bilmeyen korkunç sahneleri gözlemektedir. Kadınlardan biri ötekine döner ve der, “Felaket, şunlara bak. Her birimize bir bak. Hiçbir şey anladığım yok. Nedendir? Bu büyük âlem neden, bu dünya bu milyonlarca insan böyle aşağılık halde? Anlamı ne bunun? Bir bilen oldu mu hiç?

Bir uzun sessizlikten sonra öbür kadın elini arkadaşının kolu üstüne koydu ve şöyle dedi: Hatırlıyorum, henüz genç bir kızken uzun, çok uzun zaman önce, dilenen bir garip adam gelmişti şehrimize. Bizim gibi paçavralar içindeydi ve sivri bir külahı vardı başında. Hala hatırlıyorum elini kolumun üstüne koyduğu zaman gözlerinde doğan sükûneti, o anda bana şöyle fısıldamıştı; La İlahe İllallah.

“Bu bir duman griliğindeki hayatın özü, insanın dışında değildir.

Tüm bu arayışlar kendini bulmak dışında nedir?”

Abdullah Gündüz


[1] Yantra, Mandala: Hindu ve Budist anlayış içinde evrenin çizgilerle ifade edilen simgesidir.

[2] İtalik yazı stili ile yazılan kısımlar kitaptan alıntıdır.