Sanatsal Estetik

Objektivist estetik bir estetik süjenin kendisiyle estetik ilgi içine girdiği varlık anlamına gelir. Doğa, nesne ve sanat arasında estetik bir ilgi daima olur. Karıştırılmaması gereken husus ise estetik obje dendiği zaman doğa elemanlarından daha çok sanat elemanları anlaşılmalıdır. Süjenin sanat yapıtı karşısında duyumladığı en büyük his estetik haz olarak kabul edilir. Theodor Lipps’e göre estetik haz, insanın kendi dışında bulunan bir objede kendi kendine haz duymasıdır. Buradan çıkarabileceğimiz husus; estetik olanı arayışta çok uzaklara bakmaya lüzum yoktur, merkezdeki etkinliğe yahut duyguya bakmak kafidir.

Psikologizmin etkin olduğu dönemde Alman filozof Husserl tepki içeren “Şeylere dönelim!” cümlesini söyledi. Tabi şeylere dönelim çağrısı estetik alanında kendine yer bulamadı. Diğer taraftan ise fenomenolojik estetik, “Fenomenlere dönelim” çağrısında bulunarak psikologist estetiğe tepkide bulundu. Bir başka düşünüş sistemi olan ontolojide, sanat ontolojisi de diyebiliriz. Sanat ontolojisi fenomolojik estetikten ders almış şeklidir diyebiliriz. ‘Ontoloji’ kelime anlamı olarak ‘varlık bilimidir’. Ontolojik estetik daha integral bir estetiği temsil eder. Bundan öncesinde ise bütünsel değil aksine parçalı bir şekilde ele alınan bir estetik söz konusuydu. Estetiğin genel problemi, estetik obje problemi ve antik yapısıdır.

Sanat ontolojisinin asıl ödevi real varlıktan farklı olan var olanı araştırmaktır. Nicolai Hartmann estetik obje hakkında belirlemede bulunmuştur. “Belli nitelikleri ve özellikleri olan ürünler objedir. Bu belli nitelikleri ve özellikleri taşıyan var olanlar, bir kavram altında toplanarak estetik obje adını alır.” Bilgi objesinden bahseden Hartmann “Var olan gerçekse ve varlık yasaları ya da kategorileri tarafından belirlenmişse bu bilgi objesi olur” der. Bu ise ancak bilgi aktları ile bilinen bir şeydir. Buradan yola çıkarak objektiona ulaşırız. Her objektion bir bilgi olayını anlatır. Buradan objektivationa ulaşırız. Objektiondan tamamen farklı olan objektivation; var olan bir şeyin obje haline gelmesi olmayıp, var olmayan bir şeyin ortaya konması anlamına gelir. Objektionda ise söz konusu olan var olan bir şeyin objeleştirilmesidir, ikisi karıştırılmamalıdır. Objektivation somut olarak oldukça geniş bir alana sahiptir. Bu alan alt nokta olan basit konuşma dili ve sanat yaratımıyla başlayıp en üst noktaya çıkar. Objektionda var olan için bir pasiflik durumu vardır, bizim var olanı bilip bilmememiz var olanı ne eksiltir ne artırır.

İki tür objektivleşmiş tinsel varlık vardır. İlki maddeye dayanırken diğeri irreal bir varlığa yani tinsel varlığa dayanır. Bu farklı iki varlık arasında ontolojik bir bağ ve ilişki bulunur. Bu iki heterojen varlık objektivitaion için zorunlu olarak kabul edilir. Objektivationun özgün örnekleri özellikle sanat yaratmalarında ortaya çıkar. “Gerçi objektivationlar daha çok canlı inin bütün alanlarında vardır, ama bağımsız bir varlık formuyla objektivleşmiş sürekli bir madde içinde tespit edilmiş bir objektivationdur. Bu sınırlama uygulanırsa, o zaman objektivleşmiş inin birçok tipik biçimleri ortaya çıkar ve temel bir fenomen olarak bu biçimlere yönelmemiz gerekir. Buna tinin her çeşidinden sürekli yaratmaları da girer.” Estetik objede özellikle sanat yapıtı bir var olandır. Genel ontoloji var olanı araştırarak başlar. Bu aynı şekilde sanat ontolojisinde de geçerlidir, sanat ontolojisi de çıkış noktası olarak estetikteki var olanı alacaktır. Bütün bunlar sanat yapıtının ontik bütünlüğünün paradoksal bir görünüme sahip olduğunu açık bir şekilde gösteriyor.

Bir diğer obje belirlemesi Roman İngarden’den gelmiştir. Roman İngarden modaliteden ilk defa söz eden ve bu yönden inceleyen kişidir. Ingarden edebiyat yapıtının varlığı sorusuyla problemi ortaya atar ve edebiyat yapıtında yapıt “real obje” midir yoksa “ideal obje” midir sorusunu sorar. İngarden’e göre “Zaman içinde meydana gelen bir şey, zamansal bir varlık olur; bu anlamda, zamansal bir şey real bir şey olacaktır.” Zamanın eli değen her şey değişimden ibarettir. Değişimde değişmeden kalan şey veya şeyler, ideal olan şeylerdir. İngarden bunlara dayanarak sanat yapıtının real bir varlığı olduğu çıkarımında bulunur. İngarden’e göre sanat yapıtının yapısında meydana gelen değişmeler, onun zamansal belirlenmesini sağlıyor. Ama Roman İngarden de tam olarak bir model belirleme görünmüyor, konuya hep teğet geçerek onu gün ışığına çıkaramıyordu.

Bütün bunlar sanat yapıtının iki ana nitelikten olduğu gerçeğine yönlendirdi. Sanat yapıtı hem bir değişme hem de değişmezlik içindedir. Bir sanat yapıtının bir şeyini değiştirdiğimiz zaman onun varlığını yok etmiş oluruz. Bütün objelerin ideal ve real objeler diye ayrılması tam bir ayırma olarak görülüyor. Bir başka modalite hem idealiteye hem de realiteye dayanan özel bir modalitedir. Sanat realite de görünüşe ulaşan irrealitedir. “Görünüşe ulaşan idealite ile estetik obje ortaya çıkar, real dünyadan kopar ve ideal bir dünyaya yükselir.” Bütün bunlar bir başka problemi ortaya çıkarır: sanat yapıtı bir realite midir yoksa idealite midir?

Max Bense de bir estetik obje belirlemesinde bulunmuştur. Realite, gerçeklik dediğimiz şey, zaman, mekân içinde olan, duyularımızla kavradığımız şeyleri belirleyen bir modal-kategoridir. Realiteye katılan varlık, realiteden pay alan varlık demektir, ama bu realite ile hiçbir zaman örtüşmez. Yani,realiteye katılma ile realite hiçbir zaman özdeş değildir. Bunu daha açık olarak konusunu realiteden, doğadan almayan yapıtlarda görürüz: “Estetik objeler, sanat yapıtları ile verilir. Sanat yapıtları olan şeyler değil tersine, yaratılan yapılan şeylerdir.” Max Bense’ye göre sanatçının yaratmaya geçmeden önce, kafasında bir tasavvur vardır. Bu tasavvur, yine ona göre, real olana form verme işi ile ilgilidir yoksa bir güzellik idetisi ile ilgili değildir. Sanat yapıtı ya da estetik obje, realiteden pay aldığı gibi, idealiteden de pay alır. Sanat yapıtları ve teknik yapıtlar farklı görünse de büyük bir benzerlik vardır. Her ikisi de bir estetik arayışına ve doğayı örnek alma eğilimine girer. Hartmann’a göre sanat yapıtı bir kısmıyla realiteye katılır ondan pay alır lakin bütünüyle kendini teslim etmez.

Sanat yapıtını, varlık tarzı yönünden tamamen ele alan yine Nicolai Hartmann olur. Sanat yapıtları herhangi bir var olan değildir, özel bir etkinlik işi olup bir düzen içerisinde olmaya emek verir. Sanat yapıtı sanatçının hayal gücünün aracılığı ile ulaşılmış bir yapıyı, karşıtların uzlaşmasından doğan bir bütünü, bir birliği göstermeye çalışır. Büyük sanat yapıtları, sağlam içeriksel bir uyuma ve tutarlılığa, bu anlamda sağlam bir mantığa dayalı yapıtlardır. Daima sanat yapıtının özünü aramak gerekir. Sanat yapıtı, genelliği ve tümelliği yansıtan bir bireysel varlıktır. Sanat yapıtının düzenini sağlayan ana etken, üslup ve biçim değişmelerinde yatan toplumsal etkendir. Her sanat yapıtı var olma sürecinde toplumsal ilişkileriyle yansır. Bu nedenle bir sanatın merkezine ulaşmak için çağının toplumuna bakmak gerekir. Sanatın özü toplumsallık ve insansallıktır. Bu iki nitelikten yoksun olan sanat, sanat olma niteliğini kaybeder.

Yansıtma (mimesis) teorisi, sanat felsefesinin en eski ve en tanınmış teorilerinden biridir. Bu teoriye göre doğadaki güzellik elemanları sanat için daima doğanın bir yansıtması olarak kabul edilecektir. Tabi Aristoteles başka bi şekilde düşünür, ona göre: “Bir resme bakan, ona bakarken bu resmin neyi anlattığını, realitedeki bu ya da şu kimsenin resmi olduğunu öğrenir, bundan ötürü de resme hoşlanarak bakar. Ama resmin ilgili olduğu obje eğer tesadüfen daha önceden görülmemişse o zaman bir taklit olan o resim, böyle bir taklit ürünü olarak ona bakanda bir hoşlanma duygusu uyandırmaz.” Yansıtma teorisi her noktada karşımıza çıkar aynı zamanda her bilginin temelini oluşturur. Yansıtma teorisinin temelinde doğanın güzel bir varlık bütünü olduğu ve güzel bir model olduğu gerçeği yatar. Doğadaki güzellik ve sanattaki güzellik aynı güzelliktir. Kant ve Hegel de doğadaki güzellik ve sanattaki güzellik hakkında yorumlar yapmıştır. Kant, doğa eğer aynı zamanda sanat olarak görülüyorsa güzeldir, der. Yani Kant’a göre doğa güzelliği ancak sanat güzelliğinin niteliklerine sahipmiş gibi görünürse güzel diye nitelendirilebilir.

Hegel ise diğerleri gibi doğa güzelliği ve sanat güzelliği ayrılığı üzerine durur. Hegel doğa güzelliğinin güzellik kavramının dışın da bırakılması gerektiğini söyler çünkü Hegel’e göre estetiğin ele alacağı güzellik, yalnız sanat güzelliği olacaktır. Yine Hegel’e göre güzellik yalnız sanat güzelliği olarak sınırlandırılmalı çünkü estetik olarak önemli olan sanat güzelliğidir yani Hegel doğa güzelliğine karşıdır. İkinci düşüncesinde ise farklı düşünür. Doğanın yadsınabilir olduğunu söyler. Bir de doğal güzel denen alan vardır, bu alan çok geniş ve farklı bir varlık alanını kapsar. Doğayı veri olarak kabul eden bir zoolog ise şu cümleyi kurmuştur: “Doğa elbette ne güzel ne de çirkin olacaktır, doğa sadece bir veri olarak kalacaktır.”

En başından beri söylenen sanatçı doğayı taklit ediyor sözü aslında tam tersi şekilde olup sanatçı kendinde olanı aktaran bir nevi doğanın sanatçıyı taklit etmesi olan bir durumdan ibarettir.

Mustafa Akın

Kaynakça

Kısaca Sanat Felsefesi- R. G. Collingwood

Estetik- İsmail Tunalı  

Sanat Ve Estetik- Peter De Bolla