Varoluşçu ve Absürdist olarak tanımlanan fakat kendisi bu tanımlamaları reddeden Cezayir doğumlu Fransız filozof ve yazar Albert Camus’nün Yabancı‘sı, edebiyat dünyasında kült romanlardan biri olarak sayılır. 20. yüzyıl filozofunun eseri, imkân vermesi itibariyle farklı açılardan farklı şekillerde yorumlanmıştır. Ayrıca Camus’nün ilk eseri olan Yabancı, 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüştür.
Eserin olay örgüsüne bakıldığında, genç kahraman Meursault’nun “anne”sinin ölümü ile başlar. Bakımevine yatırdığı annesinin ölümü üzerine, onu son yolculuğuna uğurlamak üzere oraya gider. Bu haberi aldığında kendisini üzgün hissetmeyen Meursault, annesinin cenazesi sırasında da bu kayıtsızlığını devam ettirir. Cenaze merasiminden sonra evine dönen ve ertesi gün beğendiği Marie ile yüzen, sinemaya giden kahraman, hayatına devam etmektedir. Ta ki arkadaş edindiği Raymond ile bir dostunun yazlığına yüzmek için gittikleri günde bir Arap’ı öldürene kadar. Bu olaydan sonra Meursault hapishaneye atılır ve yargılanma süreci başlar. Hapishanede çok zorluk yaşamaz, alışır ve belirli aralıklarla devletin onun için tuttuğu avukatla beraber anlam veremediği davasına gider-gelir. Neticede davasında suçlu bulunarak giyotine mahkûm edilir. Kitabın sonlarına doğru giyotine maruz kalacağı günü bekleyerek ve onunla görüşmek isteyen rahibi reddederek geçirir. Zaman geçmeye devam ederken bir gün rahibin kendisi onu ziyarete gelir ve Meursault’nun öfkesine maruz kalır ve gardiyanların müdahalesiyle rahip onun elinden kurtarılır. Bundan sonra Meursault içinden annesini düşünür ve aslında onun ölüme yakın olmasına rağmen bakımevindeki bir adamla nişanlanmak istemesine hak verir ve kitap biter.
Kitap boyunca genç kahraman Meursault kendisine ve topluma karşı yabancı bir duruştadır. Zira annesinin ölümüne dâhi yaklaşımı nesnel olan ve bunun için üzgün hissetmeyen kahraman, hiç sebep yokken bir Arap’ı beş kurşunla öldürdüğü için çıktığı davalarda da bu kayıtsızlığını sürdürür. Onun için hiçbir şeyin anlamı yoktur. Hayattan, dinden, toplumdan, çevresinden ve en önemlisi kendisinden bir beklentisi yoktur. Duygularını daha çok, kitapta kendisinin de belirttiği gibi, fiziksel durumu etkiler. Zira yorgun, uykulu, aç ya da susuz hissetmesi gibi bedensel durumları ağır basınca dikkatini hiçbir olaya verememektedir. Çünkü onun için hayat şundan ibarettir: “Sadece yaşarsın”. Bunun arka planında ya da daha derininde var olan anlamları sorgulamaya ya da öğrenmeye çalışmak onun için anlamsızdır. Burada Camus’nün hayata bakış açısı yansıtılmış gibidir. Zira Camus’ye göre hiçbir şeyin bir anlamı olmadığı gibi olsa dahi bu bir şeyi değiştirmez. Bu nedenle ‘sadece yaşarsın’, der Camus.
Kahraman bakış açısıyla anlatılan roman boyunca Meursault; hiçbir çelişki, tereddüt, korku vs. gibi insani duyguları yaşamamaktadır. Sebep yokken bir Arap’ı öldürmesinden dolayı yargılandığı davada da bir telaşa düşmemektedir. Bilhassa hapishaneye girdiğinde özgürlüğünün elinden alınmış olduğunun farkına dahi varamaması, o yeri kısa sürede benimsemesi, aslında hapishanede ya da evinde yaşamasının onun için çok da fark etmemesi; arkadaştan biraz daha fazla olan Marie’nin evlenmek istediğinde onun için fark etmediğini söylemesi ve âşık olmak gibi duygulara çok yabancı gözle bakması gibi durumlar Meursault’un aslında en başta ve en çok kendisine yabancılaştığını gösterir. O kadar ki giyotine mahkûm edildiğinde dahi sadece şaşırmış, bunun için itiraz etmeyi bile gereksiz bulmuştur.
Gerçekten ne istediğini bilen ve çok dürüstmüş gibi görünen Meursault, kanaatimizce kendisini kandırmaktadır. Hayatı sadece maddi bir yaşamdan ibaret görmesi, bir anlam olmadığını düşünmesi, gerçek olduğunu bildiği halde tamamen göz ardı ettiği bazı hususlara karşı savunma mekanizması gibidir. Bu sonuca, dinin/inancın insana bir anlam verdiğini söyleyen rahibe karşı olan fazlaca öfkeli tutumundan hareketle varılabilir. Çünkü sadece yaşamakla mutlu olabileceğini düşündüğü halde mutlu değildir. Bu nedenle kendisine ve topluma yabancılaşmıştır. Bunu bir çözüm ya da yöntem olarak görmektedir ama kendisini bir mutsuzluk bataklığının içine soktuğunun farkında dahi değildir.
Burada kastımız, topluma uyum sağlayamadığı ya da sağlamak istemediği için dışlanıp yargılanmasının doğru olduğu ve akabinde mutsuzluğunun kaynağının bu olduğu değildir. O, insanın toplumsal bir varlık olduğu ve anlam arayışının aslında insanı insan yapan husus olduğu gerçeğini inkâr ettiği için mutsuzdur. Öyle bir mutsuzluk ki kendisini gerçek bir mutluluk suretine büründürmüş sahte bir mutluluk ve kayıtsızlık olarak tezahür ettirmektedir. Bu sorun, modern dönemin “insan”a bakışının bir sonucudur.
Nitekim insanı bu şekilde tanımlayan ve hayata, “sadece yaşama mantığı” perspektifinden bakmasına neden olan anlayış, Meursault gibi pek çok Yabancı’lar ortaya çıkarmış ve ortaya çıkarmaya devam etmektedir…
Büşra Oruç