Sizlerin savaş muhabiri, foto muhabir ve belgesel sanatçısı olmasında yaşanan kırılma noktaları nelerdi, bu mesleğe başlama hikayeniz nedir?
1956’da Siirt’te doğmuş bir çocuğum. Çocukluğum biraz sancılı geçmiş ve 4,5 yaşına kadar hayatta kalıp kalmayacağım belirsiz olmuş. Siirt malum güneydoğu biraz uygarlıktan nasibini geç alan ulaşımın çok zor olduğu, sanayinin olmadığı, feodalitenin ve inanç istismarının çok yoğun olduğu bir coğrafya. Anne tarafım mütedeyyin, baba tarafım seküler iki tarafın da bütün o karmaşık dünyasında bire bir etkilenmiş bir çocukluk geçiriyorum. Anne tarafım daha selefi gelenek içinde mütedeyyin bir aile ama okumuşlar çok fazladır. Anne tarafımdan doktorlar, mühendisler çok fazla çıkmış. İki tarafında en büyük ortak özelliği okumuş olmaları onu söyleyeyim. Siirt gibi bir yerde böyle bir şeye sahip olmak zor. Küçük feodalitenin çok yoğun olduğu bir bölgedir. O yüzden zorlu bir çocukluk geçiriyorum. Benden önce iki tane kardeşim bakımsızlıktan ölüyorlar. Anne tarafım varlıklı ve dini uygulamalara sıkı sıkıya bağlılar. Böyle bir ailede doğuyorum ama okumak ve eğitim en temel değerimiz diyebilirim. Evimizde birçok türden dergiler ve gazeteler girip çıkıyor. Gazete, dergiler ve haberlere meraklıyım. Televizyon yok ama dünyaya dair her şey radyo ve gazetelerle sağlanıyor. Gazetelerde birden bire hayal dünyamı açan birtakım kişiler oluyor. Hayat Dergisi’nde de ilk kez böyle fotoğraf, foto muhabirliği, röportaj, Ara Güler ismi ile buluşuyorum.
Sağlık nedenlerimden dolayı altı yedi yaşlarımda İstanbul’a gönderiliyorum. İstanbul’da Oruç Gazi İlkokulu’na kaydım yapılamadığı için bir sene misafir öğrenci olarak okuyorum. Sonra tekrar Siirt’e dönüyorum. Ben de böyle biraz artık duygusal tepki öfke oluyor, Siirt’te kalmakta ısrar ediyorum. Orta ikiye kadar Siirt’teyim. O süre içinde normal bir tedrisat dışında günlük olaylar da çok ilgimi çekiyor. O sıralar kuzenimin bana verdiği bir makine var. Mesela ilk çektiğim fotoğraf Hasankeyf oluyor yıl 1960’lar civarı olması lazım. Halihazırda belki de Hasankeyf’e ilişkin en çok arşivi olan kişilerden biriyim. Bana o zamanlardan mesajı vermiş gibi. Çektiğim birçok fotoğraf hala hafızamda duruyor.

Hatırlıyor musunuz hangi makine olduğunu?
Model Kodak ama 1930’lu 1940’lı yıllarda yapılmış bir tek kutu, tek mercek üstten bakmalı, Malatya Fotoğraf Makinesi Müzesi’nde buldum onu.
Çocukluğumun Siirt’in de eski Anadolu geleneklerinde olduğu gibi çocuklar küçük yaşlarında akrabalarının atölyelerinde meslek özendirmesi çerçevesinde çıraklık için gönderiliyor. Kuzenim mesela terzi, ona gönderilmişim bir ay zor dayanmışım. Bir kuzenim berber iki hafta dayanmışım ama bir başka kuzenimin eşi gazeteci orada da bayılmışım gazeteye ve hayatımın dönüm noktalarından biri olmuş. Ve İstanbul’a orta ikide gelmeme karar verildiğinde kendimi nedense 68 rüzgarının Türkiye’de estiği dönemde bulmuşum ve kendime bir kartvizit yapmışım. O kartvizit sayesinde bir sürü yerlere gitme şansı elde ettim. Bütün bunlar 12-13 yaşlarımda yaşadıklarım. Öte yandan kafamda gazetecilik var ama doktorluk da bir diğer hayalim. Çok hayran olduğum bir dayım var; cerrah. Onun gibi de olmak istiyorum. Yani fotoğrafım iyi mi değil mi bilmiyorum.
Sonra o 12 Mart Dönemi beni gazeteye sokuyor ama ekonomi servisine sokuyor. Bu nedenle üniversiteye kaydımı işletmeye yapıyorum. Okula kaydımı nasıl yaptığımı söyleyeyim mi size? İstiklal Caddesi’nde yürüyorum, cebimde puan kartım var. Devam mecburiyeti olmayan bir yer arıyorum. Galatasaray İşletme Yüksekokulu önünde polisler kapıyı zorluyorlar. Ben önlerine gidip polisi çekiyorum bir anda kapıyı açıp beni içeriye çekiyorlar. İşgalci solcu öğrenciler sen gel seninle röportaj yapacağız diyorlar. Yukarı çıkarıyorlar, sözde rehin aldıkları hocalar var ama rehin değil içeride çay içiyorlar. Bir gidiyorum bunlar ile konuşuyorum ama bir yandan da duvarda puanlara bakıyorum. “Çok baktın oraya neye bakıyorsun? “diyorlar. “Devam zorunluluğu var mı?” diyorum. “Yok”diyorlar. Kaydını yapmak istiyorsan yaparız birazdan diyerekten okula kaydoluyorum. Okula belli bir süre gidiyorum ama sonrasında devam etmiyorum. Ben en son devamsızlıktan dolayı okuldan ayrılmak zorunda kalıyorum. Oysa ki biraz daha devam etsem diplomamı alacaktım. Sonrasında sokak muhabirliğine başlıyorum. Eminönü’nde bir yan kesicinin halk tarafından tartaklanmasını Sansaryan Han dediğimiz o zamanki emniyet müdürlüğüne kadar takip ediyorum ve bir anda emniyet müdürlüğündeki birisi beni içeri alıyor gel polis muhabiri oldun sen benlesin diyor. Oraya gidiyorum emniyet müdürlüğünün basın odası, Savaş Ay ile tanışıyorum ve birlikte bir gazeteciliği canlandırmaya çalışıyoruz. Kazandığım parayla makinelerimi filan değiştiriyorum. Günaydın gazetesinde çalışıyorum ve iki sene sonra gazeteden kovuluyorum. Üstelik patronun isteği üzerine çünkü yaptığım haber onları rahatsız ediyor. Mehmet Barlas hatta benden sonra istifa ediyor. Sonra ekonomi Politika gazetesine giriyorum. Günaydın gazetesi biraz daha iyi fotoğrafta filmi veriyorsun yıkıyorlar orada. Ama Politika gazetesinde fotoğraf servisi yok. Öte yandan kafamda dünyaya açılmak var ama dil yok, okula devam etmiyorum. SİPA Press Ajansına 1 Mayısta iş yapmaya başlıyorum ama dilim yok. İkinci kez sınava giriyorum puanımla Yabancı Diller Yüksekokulu iki yıllık şu an da Moda’daki Anadolu Lisesi. Oraya kaydoluyorum. İşte kör topal Fransızcayı öğreniyorum ama okullar yine iyi eğitim yapmıyor. Sonra 1977’de Kanlı 1 Mayıs’ı çektiğim için SİPA’nın Türkiye muhabiri olduğum için yine buradayım. Daha sonraları bir gün benim kafama esti arşivimi aldım ve Paris’e gittim. Paris’te geçirdiğim 3 ay boyunca ofisteki bir koltuğu yatağım belleyerek yaşadım. Bu süre zarfında gece gündüz karanlık odaya girip arşivimi tasnif ettim. Bu arada bir de Savaş Ay ile Polonya’ya seyahat tecrübem oldu. İran-Irak Savaşı patlak verdi ve daha sonrasında ise 12 Eylül darbesi oldu. Ancak gerçekten korkunç dönemler. Benim o dönemlerde çektiğim fotoğraflar dünyanın en önemli dergilerinde çıktı. Böylelikle tanınmaya başladım. Sonra bindiğim uçak kaçırıldı. Popüler oldum. Sonra 1981 yılında profesyonel uluslararası foto muhabir olarak SİPA’da işe başladım ama fotoğrafta yeterli değildim. SİPA’da gündüzleri fotoğraf çektiğim gibi geceleri karanlık odada baskı tekniklerini öğrendim, gündüzleri boş zamanlarımda haftada iki gün arşivde çalıştım. Hem kendi fotoğraflarımı tasnif ediyordum hem de başkalarının çektiklerine bakıyordum. Bütün bu yaşadıklarım çok sonraları beni uluslararası alanda tanınan bir gazeteci olmamı sağladı.

Yaşamınız boyunca birçok ilginç hikaye biriktirmişsiniz ve bunları da şu an kendi adınız ile açmış olduğunuz ‘’Coşkun Aral Anlatıyor’’ youtube kanalında anlatıyorsunuz. Eski dönem ile yeni dönem yani geleneksel gazetecilik ile dijital gazetecilik arasında ne gibi farklılıkları, zorlukları görüyorsunuz, sizler kendinizi sanatçı olarak tanımlıyor musunuz?
1970’lerden başlayan bir haber takibim var. “Haberci” diye bir televizyon programı yaptım ama o programı yaptığım dönemde size ulaşamıyordum. Sizin yaş grubunuza ulaşma imkanım oldu şu an. Youtube’un en büyük avantajı sizlerle iletişim kurmamı ve sizlerin beni takip etmenizi sağladı. Ben de hayatın zor olduğunu ama yaşamanın bir misyon olduğunu, misyon dediğim dinsel anlamda değil. Tanrı seni yarattıysa bu dünyaya olumlu şeyler yapasın diye yarattı. Ölesin diye de yaratmadı. Senin fıtratına bahşedilen bu dünyada en iyiyi yaşamak ve en iyiyi yaşatmak var. Kur’an da ‘’Ikra’’ dediği zaman al kitabı oku değil kainatı deşifre et çöz; bu da doğayla başlıyor. Bizim de meslek hayatımızda en çok hissettiğimiz algılarımızdan biri korku. Yerimizi kaybetmek, mevkiimizi kaybetmek, varlığımızı kaybetmek en son da hayatımızı kaybetmek. Bu korkular bizi bir sürü şeyi ötelemeye yol açıyor. Biz de insanlar bunları ötelemesin diye haberle, yazıyla, fotoğrafla kültür diye tanımladığımız bir ifade biçimine insanları ikna ediyoruz. Ben de bunları yapıyorum. Sanatçı değilim sanatsal kaygısı olan bir haberciyim. Çektiğim fotoğrafın daha çok dikkat çekmesi için tabii ki ustam Ara Güler gibi sanatı koyuyorum ama sanatçı değilim.

Bir önceki soru ile bağlantılı olarak foto muhabirliğinizin büyük bir bölümünde analog fotoğraf makinesi ile çalıştınız ardında teknolojinin ilerlemesi ile dijital fotoğraf makineleri ortaya çıktı. Bu durumu meslek hayatınızda bir devrim olarak adlandırabilir miyiz?
Analog dönemin sakıncaları çok, birincisi ağır aynı zamanda kullandığın makine objektifleri ve aldığın filmler sınırlı, filmin bir de developman süresi var. Yani ben Afganistan’da çektiğim fotoğrafları bir, bir buçuk sene sonra gördüm. Ne çektiğimi bilmiyorum. Çektiklerimin bir kısmı suya düştü. Bazen makinem çalışmıyor. Objektif diyorsun duyarlılığı olan objektifler ulaşılmayacak kadar pahalı. Elindeki objektifin bir ışık sınırlılığı var veya zoom dediğimiz birkaç objektifin açısına eş değer bir açı hem pahalı hem ağır. İşte bütün bunları dijital makine sayesinde aşıldı ama dijital fotoğraflarımızın birinci dezavantajı çok çekiyoruz onun getirdiği bir kirlilik var. Birde tasnif çok önemli, çoğu zaman kıyamıyorsun. Başka bir dezavantaj noktasına geliyoruz daha biz dijital fotoğrafın ömrünü bilmiyoruz. Benim elli sene önce çektiğim fotoğraf duruyor. İşte Ara Güler’in yetmiş sene önce çektiği fotoğraf duruyor. Bu devrim diyebiliriz daha kolay, bir cep telefonuyla da çok şeyi çekebiliyorsunuz, anlatabiliyorsunuz. Video dediğimiz yirmi dört karesinin bir saniye görüntü oluşturduğu sinematografik bakışı görüyorsun. Ama etkisi çok hızlı yayılıyor. Bazen bir fotoğrafı göndermek için on beş gün uğraşıyordum. Şimdi sen çekiyorsun anında ulaşıyor. Ama bir de haz var. Fotoğrafın getirdiği bir haz var. Analoğu çok kullanmıyorum ama hiçbir zaman atmadım. Yanımda hep duruyor. Dijital ile yapmam gerekenleri yapıyorum.

Birçok meslektaşınıza yöneltilecek bir soru olacak belki ama hayat kurtarmak mı? Fotoğraf çekmek mi? İkileminde kaldığınız anlardan birinde siz yaralı bir insana yardım etmeyi seçmişsiniz. Lübnan iç savaşında yaşadığınız bu olayı ve mesleğinize dair bu ikilemi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdi bu elinizdeki kapak An-nahar Gazetesi’nin haftalık dergisi. 1985 yılında Beyrut’ta her gün bir tür savaş oluyor. Fotoğrafın çekildiği o gün, bulunduğumuz sokakta aniden Dürziler ile Şii Emel Örgütü arasında sokak çatışması başladı. Onlarca insan hayatını kaybetti. Bizim kaldığımız otelin önündeki sokakta meydana gelen bir çatışmaydı bu. Otelin önünde beklerken birden bire böyle ağır silahların kullanıldığı sokak savaşına tanık olduk. Aynı anda bir araba oradan geçiyordu. Araba isabet aldı ve şoför ağır yaralandı. İçindeki kadınlardan birisi hemen kaçtı ama bir diğeri kaçamadı. Ben olay ile ilgili hiçbir şey hatırlamıyorum. Ama beni çeken video kameralar var. Şu an da güncel. Al-Jazeera’da yayınlandı. İşte kadınlar çığlıklar atarak çıkarken ben gidiyorum bir başka arkadaşım geliyor o fazla kalmıyor ben kapıyı açıyorum. Fotoğraf çekiyorum. Ama hiçbir şey hatırlamıyorum. Sekiz veya on kare fotoğraf çekmişim. Bu durum da bana insan beynin bir özelliğini veriyor. O yüzden oraya gittiğin de insan kurtaracağım diye gidersen gazeteci olur musun olamaz mısın? Bilemiyorum. O insanı kurtaracağım derken o insanın hayatına da kastedebilirsin. Senin yanlış dokunman sonucu bir doktorun durdurabileceği kanamayı başlatıp bir anda adamın kanını bitirebilirsin. Bir sinire dokunursun felç olur. Bizim görevimiz insan kurtarmak değil bizim görevimiz o acılar içinde yaşayan insanın durumunu aktarmaktır. Öte yandan müdahale imkanı varsa muhtemel yaşanacak bir olumsuzluğu engelleyecek davranışlar yapmak da mümkün, elimize fırsat geçtiğinde sahada birçok sefer onu da yapabiliyoruz.

Çeşitli coğrafyalarda, farklı kültürlerde çok farklı insanlar ve insan topluluklarının içerisinde bulundunuz. İnsanı nasıl tanımlarsınız?
Zor bir soru çünkü insandan daha mükemmel bir beyin bir anlamda da vahşi başka bir canlı görmedim. Dünyayı mükemmelleştirmek isterken işte korkularımızla mahvedebiliyoruz. İnsanlık tarihi çok eski ve beynimiz de mükemmel bir oluşuma sahip ama işte hep yediklerimiz içtiklerimiz bize yöneltilen davranışlar bizim onlara verdiğimiz tepkiler bizi biçimlendiriyor.
Onca acıya şahitlik ettiğiniz zamanlar oldu, o savaş psikolojisinden nasıl çıkıyorsunuz? Günlük rutininizi nasıl devam ettiriyorsunuz?
Kendini tanımak önemli Tanrı’ya olan inancımdan ötürü de şöyle söylüyorum; benim gelişimdeki amaç insana yaşadıklarından ders almasını sağlayacak bir misyon yüklemek. İşte haber yapmak, fotoğraf çekmek ,anlatmak, anlatıcı olmak yani fotoğrafçının olmadığı dönemde de anlatıcılar var. Bizde elimizden geldiğince fotoğrafla destekleyip anlatıyoruz. Olayların etkilemesi belki biraz paranoyaklık düzeyinde olacaktır ama birçok meselede fazla duyarlı olmamızdan kaynaklı diyebilirim.

Röportör
TAHA ÇOLAKOĞLU