Bir dava adamının yıllarca uğruna yaşadığı, hayatını ona göre tanzim ettiği, öldüğü, öldürdüğü, kendini onsuz düşünemediği davası tarafından ihanete uğramasını hangi duygularla ifade edebiliriz ki?
20. yy.ın hemen başlarında tüm dünyayı yeni bir şekle sokan bir savaşın belki de şeklini en çok değiştirdiği topraklarda dünyaya gelen Selimoviç, ihanete uğrayan bu dava adamının duygularını bizlere bambaşka ve şiirsel bir dille anlatıyor “Derviş ve Ölüm” isimli bu kitabında.
1944 yıllarının sonlarında ailecek üyesi oldukları partide subay olan ağabeyinin, yine aynı partinin askeri mahkemesi tarafından kurşuna dizilmesi sonucu kendisinin ve tüm ailesinin hayatı değişmiştir. Bu değişim her ne kadar sarsıcı ve yıkıcı yaşansa da yıllardır emek verdiği ve hayranı olduğu davadan bir çırpıda çıkmak ve bir takım kararlar almak kolay olmamıştır onun için. Selimoviç, bu durumu kendi hatıratında şöyle dile getirir: “Eskiden hayranı olduğum şeylerin kırık dökük kalıntılarına sıkıca yapışarak düşünce denizinin fırtınalı denizinde yalpalıyordum.”
Ağabeyinin katledilmesini temele koyarak 20 yıllık kuluçka döneminin ardından 4 yılda yazdığı bu kıymetli eserinde Selimoviç; aynı zamanda kimlik ve kişilik çatışmasına, haksızlık ve adalet dengesine, toplumsal hareketlerin oluşum sebeplerine ve daha birçok psikolojik ve sosyolojik mevzulara incelikle temas ediyor.

Romanın başkarakteri olan Ahmet Nureddin, bir Mevlevi şeyhidir. Yaşadığı topraklar ise Osmanlı’nın en çalkantılı dönemlerinin Bosna’sıdır. Kendi halinde derviş hayatı yaşayan Ahmet, kardeşinin hapsedilmesi ile birlikte hayatı ve bu hayattaki pozisyonunu sorgulamasına sebep olacak bazı olayların içinde bulur kendini. Bugüne kadar taviz vermeden koruduğu dini sorumluluklarını, ahlaki ve insani değer yargılarını, muhtaç durumdayken -kardeşinin kurtuluşu için- bir kenara bırakabileceğini fark edince sarsılır, psikolojik buhranlar geçirir ve sorgulamalara başlar. Bunu şu şekilde dile getirir: “Şimdi ben neyim? Ödlek bir kardeş mi? Yoksa inançsız bir derviş miyim? İnsanlara olan sevgimi mi yitirdim? Yoksa dini inancım mı zayıfladı? Bu durumda her şeyimi yitirmiş sayılmaz mıyım?”
Selimoviç, bir fert olarak romanının başkarakterine bu tür kişisel sorgulamalar yaptırıp onu bir anlam arayışı yolculuğuna çıkarırken aynı zamanda haksızlıklar ve zulümler karşısında toplumun seçici (haksızlığa ve zulme uğrayanların toplumdaki mevkisi) duyarlılığını; devletleri içten içe çürüten miskinliği, adaletsizlik karşısındaki vurdumduymazlığını; tüm keyfi idarelerin ayakta kalmasını sağlayan, korku kültürünün oluşmasındaki en etkili silah olan “jurnalciliği”, kadercilikte aksiyonun yerini, kısacası sosyal yozlaşmanın sebebi olabilecek birçok etkeni de kendince eleştirir.

Hiç kimse maruz kalmadığı bir günahın masumu da değildir. Şeyh Ahmet Nureddin’inde bu gerçeği fark edip sorgulamaya başladığı hayatı, kardeşinin haksız öldürülmesi ile birlikte tamamen başkalaşır. Artık derviş kimliğinin vermiş olduğu sakinlikten sıyrılıp, adalet peşinde koşan insanların hırçınlığına bürünmüştür. Fakat bu hırçınlığı, cezaevine düşmesi sonucu, dev dalgaların koca kayalara çarpıp durulması gibi durulur ve yerini kurnazlığa bırakır. Artık daha temkinli, daha planlı ve daha tehlikelidir. Çünkü artık nefret etmektedir. Bu kitabında Selimoviç, nefretin bir insanı nasıl başka bir insana dönüştürdüğünü çok güzel resmeder. Her ne kadar şahsım adına ben aynı düşüncede olmasam da nefret için, kitabında şöyle bir cümle kurar: “Nefret de sevgi gibi canlı bir insana ihtiyaç duyar.” Bence: “Nefret sevginin aksine canlı bir insana ihtiyaç duyar.” demek daha doğru olacaktır. Çünkü biz insanoğlu sevdiklerimize karşı olan hislerimizi onlar yanımızdayken değil de daha çok onları kaybettiğimizde fark eder, gıyaplarında pişmanlıklarla ve hasretle sevgimizi hatırlarız. Kitaptaki nefretten kaynaklı dönüşüme gelecek olursak, Şeyh Ahmet Nureddin bunu: “İçinde temiz bir ateş yanan, inançları uğruna kendini feda etmeye hazır, o eski tecrübesiz gence Allah rahmet eylesin.” diyerek dile getirir.

Son olarak bu kıymetli eserde resmin bütününe baktığımızda şunu görüyoruz ki; yeryüzünde üç çeşit adalet mekanizması vardır. İnsanların münferit adaleti, toplumların kolektif adaleti ve bu ikisinin üstünde, her zaman geçerli olan ve hükümleri şaşmayan ilahi adalet! Belki de bu hikayede bizlere verilmek istenen mesaj da budur. Kişilerin adaleti ekseriyetle yanılır ve zulme sebep olur, toplumsal adalet çok yıkıcı olup kurunun yanında yaşı da yakar, bu iki adalet mekanizması kendince bir takım hükümler verip cezalandırmalar yapsa da en nihayetinde ilahi adalet tecelli eder ve herkes hak ettiğini bulur.
Sözlerimi kitabın giriş cümleleri olan ve Selimoviç’in şiirsel bir dille tercüme ettiği ayetler ile sonlandırıyorum:
“Bismillahi’r-rahmani’r-rahim
Hokka ile kalemi ve yazmakta olan şeyleri tanıklığa çağırıyorum;
Yanıltıcı akşam ve karanlığı, geceyi ve gecenin canlandırdığı her şeyi tanıklığa çağırıyorum;
Ayın on dördü ile şafak vaktini tanıklığa çağırıyorum;
Kıyamet gününü ve kendi kendini kınayan ruhu tanıklığa çağırıyorum;
Her insanın daima zararda olduğuna dair, her şeyin başlangıcı ve sonu olan zamanı tanıklığa çağırıyorum.”
Musab Cin