Ütopya’nın Bittiği Yer

Okuduğum kitaplardan beni en çok etkileyen yaklaşık bir yıl önce rastladığım fakat hâlâ üstüne düşündüğüm Thomas More’un kaleminden çıkan Ütopya’ydı. Bıraktığı etkiyle beni şaşırtan ilk kitaplardandı. Aslında aklıma takılan sorunlar, tanık olduğum bazı olaylar ve bunların sebeplerini araştırmak beni genellikle bu kitaba götürdü. Üstüne değinmek istediğim sorunları ve kitapla olan alakalarını pek tabii birazdan okuyacaksınız.

Öncelikle Ütopya günümüzde kullandığımız anlamı gibi her şeyin mükemmel olduğu bir adada geçmektedir. Thomas More’un kendi döneminin eleştirisi sayılabilecek bu kitapta Ütopyalıların yaşamından, ahlak kurallarından, dilinden ve dine bakış açılarından bahsedilir. Kitabı okurken her ne kadar hayranlıkla okusam da bazı yerlerde içime hep bir kuşku düşmüş, huzursuz hissetmiştim. Aslında bunun birçok nedeni olmakla beraber en başta söylediğim gibi olağan dışılıktı. Yani bir bilim kurgu okursunuz ve o hikâyenin gerçek olamayacağını bilirsiniz. Buna rağmen bütün benliğinizi o kitapta bulur ve kendinizi o kitaba çekersiniz. Ütopyada böyle olmadı. Kitabın her bölümünde kendime şunu söyledim: “Gerçekten sonsuz gerçeklik ve paralel evrende insanlar bu kadar rahat, sakin ve barış içinde olabilir mi? Bu kadar kusursuz ve kıskançlık, israf, bayağılık gibi konulardan uzaklaşmış bir insan topluluğu olabilir mi?” Ne kadar kendimi kitaba vermeye çalışsam da bu iki soru beni hep rahatsız ediyor, gerçekten de hiçbir şekilde bu kitaptaki gibi bir topluluğun, bir ülkenin olabileceğine inanmıyordum.

Ütopyanın içeriğinden kısaca bahsedecek olursak; insanlar katiyen maddiyata önem vermiyor. Çocuklar altınları oyuncak olarak kullanıp sonrasında bunun çocukça bir zevk olduğuna karar verip bırakıyor. Suçların cezası çoğunlukla kölelik fakat bu kölelik yakın tarihte bilinen halinden o kadar uzak ki insanlar farklı ülkelerden köle olmak için geliyorlar. Her çocuk kendi istediği meslekte ilerliyor ve buna göre eğitim alıyor. Herkes aynı yemekleri yiyor ve bu yemekler alabildiğine insanın toplandığı bir yemekhanede yeniyor. İş ve günlük hayat olmak üzere iki çeşit kıyafet giyiliyor. Eğer savaş çıkarsa askerlerin aileleri devlet tarafından güvenceye alınıyor ki sonradan mağdur kalmasınlar. Din baskısı olmamakla beraber başka bir dine saygısızlık etmenin suçu sürgündür. Yapılan eğlenceler akşamları hep birlikte müzik aleti çalmak gibi etkinliklerdir ve zamanlarını boş uğraşlarla geçirmiyorlar.

Okuduğum zaman gerçekten mükemmel ülke izlenimini uyandırsa da hafif pürüzler olduğunu kabul etmek gerekir. Mesela çocuklar istedikleri meslekte ilerleyebiliyor ancak bunun için o meslek grubuyla uğraşan bir aileye verilmelidirler. Bu çocukların aile denen şeyi sadece geleceklerine karar verecek yetişkinler olarak görmeleri de Ütopyanın kabul edilemeyecek özellikleri arasındadır. Ya da zinanın suçunun kölelik olması ilk bakışta aklımıza her insanın hata yapabileceğini getiriyor. Ütopyalıların dinlerinde merhametli bir Tanrı inancı olmadığı için insanlar suçları affetmiyor ve kâmil bireyler olmayı çok önemsiyorlar. Kırk kişilik evlerde yaşayan bu insanların elinde özel mülkiyet hakkı yoktur. Aynı şekilde mahrem sınırlar da yoktur çünkü ada halkı arasında hırsızlık olayları görülmez. Çünkü hırsızın çalabileceği bir şey de yoktur. Bunca şeyden sonra insan biraz da olsa yalnız kalmak, küçük bir çekirdek aile kurmak istemez mi? Hep aynı kıyafetleri giymek, herkesle aynı yemekleri yemek insanın kendini özel hissetme duygusunu elinden almaz mı? O kadar övülen bu Ütopya aslında mükemmel bir toplum yerine mükemmel bir devlet vadediyor olabilir mi? Ülkenin içinde bulunduğu durum Ütopya’ya bir yandan hayranlıkla bakmama vesile olurken diğer yandan da onlar için üzülmeme neden olmuştur. Çünkü kendimi ada halkı yerine koyduğumda onlar gibi yaşayamayacağımı apaçık olarak kabul ederim. İnsanın kendine aldığı güzel bir elbisenin yarattığı hazzı yaşayamamak adadan biri olmak istemeyişimin yeter nedeni oldu.

İnsanın gerçekten kendini özel hissetmeye ihtiyacı olduğunu düşünürüm. Bunu sayfalarca tezlerle açıklayamam ama birkaç örnek verebilirim. Mesela sosyal medyaya girdiğinizde karşılaştığınız ilk şey akımlar olacaktır. İnsanlar başkalarının yaptığı şeylerin benzerini ya da kopyasını alıp paylaşır ve beğenilirse bundan haz bile duyar. Daha açık olmak gerekirse bir genç kız düşünelim, bu genç kızın ailesi boşanmamış. Birbirlerine sırılsıklam âşık olmamakla birlikte geçim sıkıntıları da yok. Kardeşleri de pek yaramaz sayılmaz. Okulda popüler olmasa da beş altı tane konuştuğu insan var. Dersleri öyle aman aman iyi olmamakla birlikte ortalamanın bir tık üstünde. Çok fazla ilgi duyduğu bir ders veya özellikle üstüne gittiği bir yeteneği yok. Kısacası ortalama hayatına ortalama zevkler, arkadaşlıklar ve olaylarla devam ediyor. Bu kız bir gün sosyal medyaya giriyor ve viral olan gönderilere göz atıyor.
Önünde kalıplaşmış iki fikir var. Tahmin edebileceğiniz her konuda en az iki kafadan ses çıkıyor. Genç kız bu seslerden birine ayak uyduruyor ve görüyor ki bir kısım insan da onun arkasındadır. Belli gruplara giriyor ve bu deneyimlerle ilk kez bir topluluğun içinde bulunuyor. Bu okulda olmaktan, akrabalar arasında oturmaktan daha farklı bir duygu çünkü etrafındakiler gibi olduğunu bilip belirsiz bir güvenle sarmalanıyor. Belli fikirlerin gereksinimleri olur. Bu falancayı yapmazsan ahlaksızsın ya da falancayı dinlemezsen aptalın tekisin demek gibi bir şeydir. Kız bu fikrin de gereksinimlerini karşılıyor ve sanal alemde olmadığı bir kişiliğe bürünüyor. Zamanla bu sahte kişilik yaşantıya da geçmeye başladığında söylenen yalanlar da onu gücendirmiyor artık. Sonunda bambaşka biri olup çıkıyor. Ailesi her ne kadar onunla ilgili endişelense ya da gurur da duysa bir anlamı kalmamıştır. O benliğini kaybetmiş ve arkasında olduğunu hissettiği insanların söylediklerini kaydeden bir kasetten farksızdır. Basit ve anlayış gösterebileceğimiz bir ‘’topluluğa ait olma’’ düşüncesi bütün hayatını değiştirmiştir. Bu genci yargılamak faydasız kalacaktır. İçten içe herkes o genç kız gibi sadece önemli bulduğu insanların söylediklerini tekrar ederek hayatta kalıyor veya bunu arzuluyordur. Geçen zaman bu basit gerçeği değiştirmeyecektir. İnsanlar sırf yalnız kalmamak için girdikleri bu uğraş sonucunda ya toplumun kendisini reddettiği birine ya da toplumun, sözlerini pankartlara yazdığı birine dönüşecektir. Her iki durumda da bu kompleksin ne kadar tehlikeli olduğunu anlamak gerekir. İnsanı manipüle etmek hiç de zor değildir. Büyük ideolojilere de gerek yoktur. Madem öyle biz manipüle edilmediğimizi nerden biliyoruz?

Kitabı okurken rahatsız olduğum bu durumlar beni bazı şeyleri düşünmeye itti. Madem ben bu yöntemleri doğru bulmuyorum o zaman doğru olan ne? Fakat bırakın cevabı bulmayı düşündükçe sorularım daha da büyük bir çıkmaza ulaştı. İnsan gerçekten nasıl yaşaması gerektiğiyle ilgili bir karar veremiyor mu? Yani dünyadaki en zeki varlık, tarih boyunca kendini öve öve bitiremeyen bu canlı aslında nasıl bir yaşam sürmesi gerektiğiyle ilgili en ufak bir fikre sahip değil mi? Bunu düşünmek bana çok korkunç geliyor. Benim bilememem normal ama şu ana kadar da normal bir insanın liderliğini kusursuz bir biçimde yaptığını ne gördüm ne duydum. Peygamberler akla gelir fakat onlar bile bir yaratıcının yardımıyla bunu yaptılar. Peki madem bu konuda bile belli bir fikir birliğine varamıyoruz o zaman karanlık Avrupa’nın bitişinden beri süregelen nihilizmin anlamı nedir? İnsan neden kendini bu kadar büyük görüyor? “Düşünüyorum öyleyse varım.” sözü çok ünlüdür fakat insanın aklı neye yetebilir, “maddecilik” nereye kadar gidebilir. Eğer birileri insan aklının sınırsız olmadığını fark edebilirse bunun dini boyutu bir yana biz nereye gidiyoruz, insanın kendini bilmezliği daha nereye kadar gidecek? Tarih boyunca aklımıza güvenip psikoloji, sosyoloji, felsefe gibi konulardansa toplar, tüfekler, bombalar gibi konularla meşgul olduk. Tek merak ettiğim daha ne kadar ileri gidebileceğimiz. İnsan daha ne kadar kendini hem tür hem de birey olarak tanrılaştıracak bilmiyorum. Tevazudan uzak bir dünya ne hale gelir onu da gelecek yıllarda göreceğiz.

İşin özü normalleştirilen nihilizm ve bastırılan önemli biri olma kaygısı büyüdükçe daha da sapıtacak, yozlaşacağız. Değerler çürüyecek ve her şeyi çağdışı görmek normalleşecek. Kimsenin bu gibi tehlikelere kulak asmaması ve çağdaşlığı bu şekilde adlandırmaları bana hem gülünç hem de acınası geliyor. Umarım “para” ve ‘’bilim’’ uğruna yüzlerce çocuğu öldürmekten çekinmeyen o insanlar, bir gün başlarını matematik problemlerinden kaldırıp tabiata, hayal gücüne, zihne ve bunların içinde bulundurdukları mucizelere bir an olsun bakabilirler.

Meryem Tuğba Geçici