Haziran 1967… Ortadoğu’da “Altı Gün Savaşı” devam ediyordu. İsrail, jeopolitik konumu üzerindeki tehlike dolayısıyla komşu Arap ülkeleri (Mısır,Ürdün,Suriye) ile topyekün savaşa girmişti. Üç cephede bu kirli savaşı sürdüren İsrail, Sina açıklarında alışılmışın dışında bir hareketlilik fark etti. USS Liberty isimli -NSA için çalışan- ABD casus gemisi devriye görevindeydi. Hafif silahların ve dinleme cihazlarının bulunduğu bu gemi, belirlenen noktalara konuşlanır ve civarındaki ülkeleri dinlemeye alırdı. Bu, Amerika’ nın kendisine komplo kurulmasını engellemek ve ülkelerin politik mekanizmalarının Soğuk Savaş Dönemi’ndeki bağlantılarını anlamak için yıllardır kullandığı bir yöntemdi.
1967 yazında İsrail, Arap ülkelerine saldırmama sözü vermiş fakat sözünü tutmamıştı. Tel Aviv’deki ABD büyük elçiliğinin radarlarını bozarak savaşı başlatmışlardı. Gemi ise o sıralarda Akdeniz’e doğru ilerleyişini sürdürüyordu. USS Liberty Mısır’a yaklaştığında savaşın dördüncü günüydü. Gemi, çok geçmeden İsrail tarafından fark edildi ve üzerinde dokuz kez keşif uçuşu yapıldı. Artık İsrail, geminin bir Amerikan gemisi olduğunu biliyordu. Nitekim bu sonradan ortaya çıkan ses kayıtlarına da yansımıştı. Gemideki mürettebat ise müttefikleri tarafından fark edilmelerini güvenle karşılıyor ancak bu kadar çok keşif uçuşu yapılmasını tuhaf buluyorlardı. Daha büyük bir ABD bayrağını göndere çektiler. Çok geçmeden jetler havada görülmeye ve ateş açmaya başladı. Güvertedeki insanlar ölürken imdat butonları etkisiz hale getirilmişti. Bu uluslararası hukuka aykırı bir durumdu.

Gemide varolan hafif silahlar elli kalibre tüfeklerden ibaretti. Olası korsan saldırısına karşı depolanmışlardı. İsrail roketlerine karşı işe yaramazdılar. Açılan ateşte güvertedeki benzin varilleri alev alıyor, mürettebat yangını söndürmeye çalışırken Napalm bombalarıyla vuruluyordu. Atılan bombalar sebebiyle geminin ön kısmı parçalara ayrılırken tepe kısmı da tutuştu.
Jetler geri çekilmeye ve yerlerini hücum botları almaya başladı. Gemideki NSA casusları ise kayıt cihazlarını ve verileri imha etmekle meşguldü. İsrail tam da bu esnada gemiye beş torpido fırlattı, bunlardan biri gemiye isabet etmiş ve on bir metreye yedi metrelik delik açmıştı. Bu, USS Liberty için sonun başlangıcıydı.
Saatler ilerlediğinde yirmi beş kişi hayatını kaybetmiş, yaralıların durumu iyice kötüleşmişti. İsrail ise tahliye sandallarını taramış, mürettebatı iyice köşeye sıkıştırmıştı. Denizcilerden biri kablo makarasıyla bir anten çalıştırmayı başardı. Acil durum uyarısıyla yakınlardaki altıncı filoya ulaştılar. Aynı çağrı İsrail tarafından da dinlendi ve çok geçmeden saldırı durdu. Havadaki jetlerden bir torba düştü. Torbada portakala sarılı bir not bulunmuştu. Notta: “ Ölen var mı?” yazıyordu. İsrail, mürettebatın aklıyla alay ediyor gibiydi.
Saldırı politik krize yol açtı. ABD hükümeti İsrail ile ilişkilerin zarar görmemesi için gemiyi batırmayı teklif etti. Medya aracılığıyla İsrail’e karşı bir kamuoyu oluşmasından korkuyorlardı. Kraldan çok kralcıydılar… Teklif, Ulusal Güvenlik tarafından reddedildi. Karar verilmişti: Medya idare edilecek, ölenlerin yakınları asla konuşturulmayacaktı.

ABD ertesi gün ölü ve yaralıları almak için geldi. Planlandığı gibi gazeteciler uzak tutuldu ve olası tüm röportajlar engellendi.
Başkan Johnson tam bir İsrail destekçisiydi. Gemi saldırısının haberini ilk aldığında: “Gemi batsa ve içindeki tüm adamlar boğulsa bile umrumda değil. Müttefiklerimi utandıramam.” demiş, İsrail’e olan bağlılığını bir kez daha gözler önüne sermişti. Ancak bu durum onu oldukça zora sokmuştu. Bir yanda başkanlık seçimlerindeki destekçisi İsrail diğer yanda Ulusal Güvenlik baskısı… Yahudi Lobisi Johnson’ı gelecek yıl seçim kampanyasında maddi destek vermemekle tehdit etti. Köşeye sıkışan Johnson medyaya gereken ayarı vererek İsrail yanlısı hale getirdi. Yahudi Lobisi bunun karşılığında Johnson’a iki hediye sundu: • Vietnam Savaşı’nda Yahudiler maddi manevi destek verecek.
• Vietnamlıların kullandığı Rus füzelerinin verileri ABD’ye raporlanacak.
Johnson o kadar memnundu ki kendisine yapılan bu iyiliği(!) karşılıksız bırakmak istemedi ve o da İsrail’e iki hediye sundu:
• İsrail’in savaşta kaybettiği silahlar tekrar verilecek.
• Liberty Soruşturması yumuşatılacak.

Johnson kısa süre sonra imlâ hatalarıyla dolu bir rapor yayınlayarak olayı örtbas etti. Tel Aviv’in emriyle tüm ses kayıtları gömüldü. Gemi Malta’da altı haftada onarılıp hurdaya satıldı. Gemiden çıkan yüz altmış sekiz çanta dolusu vücut parçaları fırınlarda yakıldı. Mağdurlara yirmi beş bin dolar tazminat ödenecekti ancak ABD, İsrail’e ödememesini teklif etti. İsrail’de kabul etti. İki saat süren saldırıda otuz dört kişi hayatını kaybederken yüz yedi kişi ise yaralanmıştı ve bunun hiçbir yaptırımı yoktu.
İsrail’in Johnson’a seçim için verdiği maddi destek ertesi yıl dört katına çıktı. ABD ile İsrail arasında günümüzde de devam eden Stone Ruby Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmaya göre bir istihbarat ağı kurulacak ve bu ağ ABD ve İsrail tekelinde olacaktı. Artık tam anlamıyla müttefik olmuşlardı.

İsrail, kısa tarihi boyunca kendi çıkarına olmayan hiçbir işe kalkışmadı. Ortadoğu’daki varlığının güvencesi olan ağabeylerini bile dize getirmekten çekinmiyordu. Son ana dek “fark etmemiş gibi” davranıyor, işler istediği gibi sonuçlandığında oyunu kendisi bitiriyordu. Bu, kamuoyu oluşmasını engellemek için kullandıkları bir yöntemdi. Kurban ettiklerine ağlar, uluslararası kamuoyunu yanıltırlardı. Onlara inanmayanlar -ki azımsanmayacak kadar çokturlar- da inanmış gibi davranıp yapılan tüm ihlalleri hiçe sayıyordu. Çünkü düzen, haklıları güçlü değil; güçlüleri haklı kılıyordu. Kurdukları tuzaklarla gündem oluşturuyor, çıkarları doğrultusunda aldıkları kararları defaatle uyguluyorlardı.
Dünya üzerinde kamuoyu vicdanı sustuğu sürece güçlülerin sesi, haklıların sesini bastırmaya devam etti. 1967’de USS Liberty, 2010’da Mavi Marmara… İsrail, Ortadoğu’da ve hatta dünyada güçlülüğüyle hep haklı konumundaydı. Haklılar, susmaya devam ettiği müddetçe de yerinden kıpırdamaya hiç niyeti yok gibi.
Ceyda Sena Özmen