Herkesin film izleme kültürünün başlangıcı belirli olaylara, tavsiyelere vb. ilişkilere dayanır. Benimde sinema serüvenim kendime yönelik incelemelerimin sayesinde olmuştur. Kendimde gördüğüm en büyük eksikliklerden biri film kültürümün olmamasıydı. Film izlediğim nadir zamanlarda ise kolay tüketilebilir basit filmler izlemeyi tercih ederdim. Bunun sebebiyse izlediğim filmden beni geliştirmesine dair bir beklenti içinde olmamamdı. Öyle ki benim için film izlemek kitap okumak gibi değil de daha çok zaman geçirme aracıydı. Bu bakışımı değiştirmek için insanların sinemaya şimdiki gibi bakmadığı dönemden filmler izlemekte karar kıldım. Biraz araştırmanın sonucunda 1968 yapımı ‘Eğer’ filmiyle karşılaştım. Aynı zamanda bu filmin, popüler filmlerden biri olan ‘Ölü Ozanlar Derneği’ ile karşılaştırılmasıyla da birçok kez karşılaştım. Ben de bu iki filmi izleyip karşılaştırmak istedim. Bu karşılaştırmayı teknik yönleri itibarıyla değil felsefi ve anlatımın keyfiyeti itibarıyla yaptım. İki film birbirine neredeyse zıt olsa da, ortak bir soru sormaktadır: Gereğinden katı disiplin insanı düzeltir mi?

Evvel emirde ‘Ölü Ozanlar Derneği’ filmiyle başlayalım. Film, oldukça disiplinli bir okula gelen marjinal (okulun yönetim anlayışına ters düşen anlamında) bir öğretmenin sınıfına olan etkisini anlatır. Filmin konusu bu öğretmen olmasına rağmen kendisi filmde çok fazla yer bulmaz. Filmde öğrencilerin yaşamları öne çıkarken derneğe dair anlatımlarla çok fazla karşılaşmayız. Yani gençlerin olması gerektiği gibi şiirle bir bağları yok. Filmin başında bir grup öğrencinin şiirle tanışmasını ve öğretmenlerinin başlattığı geleneği devam ettireceğine dair bir beklenti oluşsa da ilerleyen süreçte bu beklenti boşa çıkarılıyor. Hatta çoğu zaman şiirler ciddiyetle bile okunmuyor. Bence filmin amaçladığı katı müfredatı eleştirme olgusu filmin ana konusundan uzaklaşmaya vesile olmuştur. Fakat üzerinde durmak istediğim asıl nokta bu değil. Film geneli itibarıyla izleyicilerini yeterince ciddiye almamaktadır…

Filmin ana fikri anı yakaladır (carpe diem). Tabii bu söz çarptırılmaya oldukça müsait ki günümüzde neredeyse her insan bu sözün altına sığınarak hayatını heba etmekte. Anın peşinde koşarken geleceğini ve geçmişini yok saymamaktır aslında carpe diem. Yani mesela bir sınava çalışmak ama o sınava çalışırken hayattan ve arzulardan kopmamak. Dozunda film izlemek, kitap okumak, sosyalleşmek gibi. Filmde bu konuyu yanlış anlamamamız için küçük bir olay söz konusudur. Karakterlerimizden biri okuldan atılmasına sebep olacak bir davranışta bulunur. Yaptığı davranışın çocukça olduğunu, arkadaşlarını riske attığını ve carpe diem lafını doğru anlayamadığını kendi başına idrak edemez ve sadece hocası ona yanlış yaptığını ve anlattıklarının bu anlama gelmediğini söylediğinde, aydınlanır. Yukarıda filmin izleyiciyi ciddiye almaması ifademin karşılığı da bu sahnede yer alır. Anlamamız için verilen mesajın ısrarla monologlarla vurgulanması… Aynı tecrübeyi Paulo Coelho’nun Simyacı kitabında da yaşadım. Konusu, karakterleri ve olay örgüsüyle beni büyüleyen bu kitap maalesef ana fikrin, karakterlerin iç dünyasında üstüne bastırılarak anlatılması sebebiyle hoşlanmadığım kitaplar arasındadır. Benim nezdimde tiyatro ve sinema görsellik, güzellik ve estetiktir. Ana fikri aşılamak için görsellikten değil de konuşmalardan yararlanmak pek uygun gözükmüyor.

Son olarak bahsetmek istediğim filmin son kısmıdır. Bu tür filmlerin sonu hep aynıdır çünkü. Farklı olan okuldan gönderilir ve katı sistem kaldığı yerden devam eder. Senaristlerin bile eğitimden umudunu kesmiş olması ne acı… Filmde anlatılmak istenen bir diğer olgu da ‘başarılı olmak her şey değildir’ düşüncesidir. Ancak filmin sonu bu olguyla da ters düşüyor. Ebeveynlerin istekleri doğrultusunda çocuklar hayallerinden vazgeçiyor ve bu duruma uygun tepki kesinlikle masanın üstüne çıkmak falan değildir. Bu şekilde de bir diğer filmime geçiyorum.

‘Eğer’ filmi katı bir İngiliz lisesinde eğitim gören öğrencilerin özgürlük arayışını konu alır. Film iki karakterle anlatılır: Travis ve Jude. Travis okulun belalı tipidir. Fakat iflah olmaz bir serseri olarak görülen Travis, aptal değildir. Yazısı güçlüdür ve edebiyat tutkusu vardır. Tabir yerindeyse şair ruhludur. Lİsenin müdürünün dediği gibi, bu kadar belaya yol açması öne çıkmak istemesinin tezahürü müdür bilinmez… Diğer karakterimiz ise Jude. Jude okula yeni gelmiş ve pek sosyal olmayan bir öğrencidir. Film hakkındaki yorumlara baktığımda Jude ile ilgili bir tahlil göremedim. Bence Jude, okuldaki tüm öğrencilerin özeti konumundadır. Kurallara olabildiğince sadık gerek yaşıtları gerekse üstleri tarafından zorbalığa uğrayan fakat ses çıkarmayı aklından bile geçirmeyen örnek öğrencidir. Bu kadar uslu olmasının ardında yatan sebep ise saygıda kusur etmek istememesi ya da üstün bir ahlaka sahip olmasından değil, korkmasıdır.

Okulda söz sahibi üç yönetim var. Kilise, askerler ve okul yönetimi. Kilisede geçen vaazların aşıladığı duygu, korkudur. Askerler ve generallerin aşıladığı davranış, şiddettir. Okul yönetiminin öğrencileri disipline etme yolu, özgürlüklerini elinden almaktır. Bu üç öğretinin öğrenciler üstündeki etkisi filmin sonunda görülür. Filmin sonu benim için oldukça özel. Yapıt öğrencilerin okula gerçek manada savaş açmaları ile sonlanır. İlk izlediğimde sonu oldukça abartılı bulsam da üstüne düşününce gayet yerinde olduğuna karar kıldım. Kendilerine öğretileni yaptılar nasıl olsa: Askerlerin yönetimindeki gezilerde şiddetin tek çözüm olduğunu öğrendiler, kilisedeki vaazlarda korkunun insanlara istediğini yaptırdığını fark ettiler, okul yönetiminin tavrıyla baskı kurmadan dertlerini anlatamayacaklarını düşündüler.

Gelelim ilk başta bahsettiğimiz ‘Gereğinden katı disiplin insanı düzeltir mi?’ sorusuna… Sadece disiplin diye indirgemek istemiyorum. Cehennem veya hapisle korkutmak, kötülük etmeyeceği değil edemeyeceği bir psikolojiye sokmak insanı düzeltir mi? Pek çoğumuzun aşina olduğu Otomatik Portakal kitabında bu konu işlenir. Fakat kitapta olduğu gibi, birine işkence etmeye lüzum yok. Günlük hayatta televizyon, medya ya da ilişkilerimizde karşılaştığımız tehditlerle kendimizi kötülükten uzak tutabilir miyiz? Yapacağımız davranışın kötü sonuçları olacağını bilerek ondan uzak durmak pek tabii rutinimiz olmuş bir metot. Buna tedbir demek de yanlış olmaz fakat olay “Eğer bunu yaparsam birilerinin canını yakabilirim”den “Eğer bunu yaparsam cezalandırılırım”a dönüştüğünde ipin ucunu kaçırmışız demektir. ‘Eğer’ filminde iki ters dayatma karşı karşıyadır. Kilise yaptığı her itaatsizlik için cehennem uyarısı yaparken generaller savaşın dünyada tek çözüm olduğunu öğütler. Bu durumda öğrenciler üzerinde hangisinin ağır bastığını görmek pek de zor olmasa gerek. Filmde geçen “When do we live? That’s what I want to know” sözü güya disiplin adı altında yapılan psikolojik işkenceyi yeterince anlatabilir umarım.
Meryem Tuğba Geçici